Odanın içi kara kaplı kitaplarla doluydu.
Böyle başlamayı çok isterdim ama yazık ki öyle değildi. Kara kaplı, cilt cilt, sağdan sola dizilmiş kitaplarla doluydu odanın içi, diyerek devam etmeyi. Hatta işte o cilt cilt kara kaplı kitaplarla dolu odada, rengârenk desenlerle işlenmiş kilimin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordu Kadı Efendi. Elinde tesbihi, önünde rahlesi. Rahlesinde Kur’an. Kur’an’ın açık sayfasında Sure-i Rahman. Usulca girdim içeri ve… Ama öyle değildi ve bu benim elimde olan bir şey değildi.
Odanın içi değişik renkte kitaplarla doluydu ve hepsi de soldan sağa diziliydi. Büyük bir masa vardı kitaplığın önünde. Yerde kilim ve rahle yoktu. Odanın tabanı ahşap parke döşeliydi. Dolayısıyla açık bir Kur’an ve o sayfada Sure-i Rahman da yoktu. Ben içeriye girdiğimde Müftü efendi hoca masasında oturuyordu. Kadı efendi hazretlerinde olduğu gibi gür ve siyah sakalları yoktu. Cübbesi ve sarığı da yoktu. Siyah, çizgili takım elbisesi vardı ve beyaz gömleği ve kravatı ve beyaz gömleğinin ışıl ışıl kol düğmeleri. İçerisi kalabalıktı. Çay içiyorlardı. Cuma sonrasıydı. Rüyalardan bahsediyordu Müftü efendi hoca. Buna sevindim. Arka tarafta boş bir koltuk bulup oturdum. Sonra biri çay getirip bıraktı önümdeki sehpaya ve ben onların rüyalarını dinlemeye başladım. Galiba sıra bana birazdan gelecekti.
Şöyle olmuştu:
Devamı 29. sayımızda…