Marşandiz karanlık bir istasyonda durduğunda küçük deliklerden dışarı baktı, ha geldi ha gelecek… Sesleri dinledi; uzak ve boğuk, bilmediği hesaplar peşinde insanlar… Garın dibindeki çeşmeden çocuklar su içiyordu, susuzluğu aklına geldi, yutkundu. Çok sonra tren yeniden hareket ettiğinde başını samanlar arasına yasladı, gözleri yanıyordu. Traversler arasında koşuşturan tekerlerin tatlı mırıltısı… Kendini çok fazla tutamaz oldu, uyudu. Uyandığında kim bilir kaç gar geçilmişti. Sigara yaktı, acaba saat kaç, burası neresi? Çokta önemi olmayan sorular, yetişecek bir yeri olmayanlar için… Ayağa kalktı. Demir kapıyı zorlayıp araladı, içeriye ışık doldu. Gözlerini ovdu, yemyeşil çayırlar, yalnız ağaç… Kapıyı aralık bıraktı, gelip saman yatağına oturdu. Peşinden boşlukta burgular çizen rüzgârlar geldi. Samanları dağıttı, saçlarını savurdu. İçerisi taze çimen ve çiçek koktu. Çantasını açtı. Kasketi, birkaç partal esvap, bir parça ekmek. Ekmeği çıkarttı, bıçağı ile iki parça kesti. Tren sağa doğru kıvrıldı, birkaç vagon ötesini gördü. Kırmızı soluk tahtalar… Tekerlekler rayların üstünde cızırdadı, ekmekleri yemeye koyuldu, kuru… Az çok karnı doymuştu; ama hala susuzluktan dudakları çatlaktı. Ayağa kalktı, dışarı bakındı, ne bir köy ne insan. Sanki tren yerinde sayıyor. Bir sigara daha yaktı, dumanlar başı üstünde birikti. Her şeye rağmen umutluydu, hayal kuruyordu. Akşama sıcak bir yatak, saman olmayan; tavuk haşlaması, pilav ve çay. Büyük bir şehir vardı aklında… Hiç güneşi batmayan, temiz ve mutlu insanlarla dolu. Onların arasına karışmak istiyordu, onlardan birisi olmak… Derin bir nefes çekti, gözleri karardı, göğsü üstünde ilk kez duyduğu umut… Gülümsedi…
Devamı 30. sayımızda…